pislik
9 Ağustos 2014 Cumartesi
şehir tükürüğü #2
her gün aynı şeyleri görmekten bıkmadınız mı? yada her gün gördükleriniz benim gördüklerimden daha mı ilgi çekici? küçük yozlaşmaya müsait urlamın eski ve ketum sokaklarından birinde kapısında perde olan kireç duvarlı bir berber dükkanınında, neredeyse nostaljik bir berber dükkanında saçında yarım kutu jöle olan apaçiler görmek istemiyorum ben artık. bilmiyorum belki sorun bendedir ben çok kültür faşistiyimdir kendiminkinden başka alt kültürleri kabullenemiyorumdur ama ne olursa olsun bu gereksiz çeşitlilik beni sıkmaya başladı iyice. köylü çocukların polo tişörtlerle traktör sürmesi, akranlarımın sanayi köşelerinde boktan motorlarının egzozlarıyla oynaması ve avrupa özentisi genç kızlarımızın bir avuç abazan herifin kurbanı olmasından bıktım artık. kendi ülkesindeki eğitim sisteminde istediği okullarda okuyamadığı için boktan ülkelerde okumak zorunda kalan öğrencilerden, kezban kafalı hipster kızlardan, türkan şoray kanunlarıyla yaşıyan erkeklerden, yaşlı abaza esnaflardan ve bir yere birilerine bir tanrıya tutunmak zorunda olan kullardan bıktım. görmek istediğini görüp herşeyi toz pembe sananlardan, hayatın güzel değilde sadece çetin yanlarını gören insanlardan, akıllı, deli, müstehcen, muhafazakar ve yapay insanlardan bıktım. duyguları sahte sanan, başka insanların duygularına güvenemeyecek kadar incinmiş olanlardan ve kendi pisliklerine şiirleri alet edenlerden bıktım. tek istediğim dürüstlük. ben kendimden bıktım artık. nefret ettiğim ne varsa onuları yapmaktan bıktım. kendimi kandırmaktan ve insanlara mutlu olduğumu söylemekten bıktım. ben mutsuzum. hemde sıtmalı sokak köpekleri kadar mutsuzum. artık tek istediğim ne istediğimi bilebilmek.
şehir tükürüğü #1
şehirlerin, sokakların, sokaklardaki izmaritlerin ve tükürük izlerinin arasında modern teknolojinin kabul görmez zenginliği ve sapıklığının edebiyat ve müzikteki etkilerini görmek üzücü. çabuk tüketilen ve bir o kadarda çabuk sindirilen popüler kültür roman ve şiirleri, aptal söz dizileri ve tek ritmli, üç akorlu şarkıları sayesinde basit, kompleks, karışık veya sapkın bütün duygular artık anlam kaybetmeye başladı. bu şaibeli internet dünyası benim gibi kendi yazdığından iğrenen bloggerlar üretti. insanlar neleri varsa yazmaya, tweet atmaya, fotoğrafını çekmeye, o fotoğrafı paylaşmaya başladı. artık insanlar güzel bir manzara, güzel bir an gördüklerinde durup onu izlemek yerine fotoğrafını çekip internete istiflemeyi tercih ediyor. aslında bu uzun zamandır böyle biliyorum. artık güzel insanlarla güzel sofralar kurulduğunda, güzel muhabbetler edildiğinde insanlar insan gibi muhabbetini edip içkisini içemiyor. hayır. onun yerine hemen makineler çıkıyor ve o pis flaş kirliliği oluşuyor. sevdiğimiz, muhabbetinden zevk aldığımız insanla oturup muhabbet etmek yerine selfie çeker olduk. milenyum belki uzay çağının başlangıcı olmadı ama modern çağ pisliğinin başlangıcı olduğu kesin.
12 Mart 2014 Çarşamba
Berkin'e
Bu ülkede 15 yaşında bir çocuk devlet eli ile öldürüldü. İlk
değildi, son olacak gibide değil. Bu ülkenin tarihi katili belli faili
meçhullerle dolu. Kendi tarihinden bi haber, bu 12 yıllık iktidardan önce
ülkede hiçbir sorun yok sananlar sözde gösterdikleri tepkilerle Berkin’e ve
ailesine büyük hakaret etmektedir. Bir çocuğun ölümünün ardından bunu çok basit
nedenlere bağlayıp göstermelik tepkiler veren işler ciddiye binince bu denli
pasif kalan insanların samimiyetsizlikleri midemi bulandırıyor. İnsanlar sokaklarda
can veriyor. Açlık grevleri yapıyor. Bu arkadaşlar daha doğru dürüst bir anma
töreni bile yapamıyor. Bu arkadaşlara karşı olan öfkemi bir kenara bırakarak birazda
bu olayla ilgili görüşlerimden bahsedeyim.
Berkin’i kaybettiğimiz 11 Mart günü hasta olduğum için okula
gitmedim ve evdeydim. Yataktan kalkacak halim bile yoktu. Saat 10 buçuk gibi
bilgisayarımı elime alıp baktığımda gördüğüm ilk haber ölüm haberiydi. Benim arasında
2 yaş olan bir çocuk polis tarafından öldürülmüştü. 269 günlük koma süresince
16 kiloya düşen Berkin kardeşimiz ölmüş ve katilleri serbest bir şekilde sokaklardalar.
Meydanlarda cinayet işlemeye devam ediyorlar. Bir süre sonra Karataş Lisesi
öğrencilerinin yaptıkları eylemi, ders boykotunu gördüm. Karataş’taki kuzenime
mesaj attım “sende eylem yapıyor musun?” diye. Karataş’takiler gerçekten öyle
bir ciddiyetle yapmışlar ki eylemi fotoğraflarının çekilip internete
konduğundan haberleri yoktu. Bana “sen nerden biliyorsun?” dedi. Bu çocuklar
sözde bizden daha bilinçsiz, daha tembel düz liseli çocuklar. Ama kimseden
görmeden ve kimselere göstermeden, en azından gözlerine sokmadan eylemlerini gerçekleştirdiler.
Karataş’takilerin yaptıkları bu eylem sosyal medyada yer bulup yayıldıktan
sonra başka okullarda buna benzer eylemler gerçekleştirdiler. Benim okulumda da
buna benzer bir eylem yapılsada yapanların çoğunun, özellikle yaptıkları bu eylemi
insanların gözlerine sokanların ve kendi reklamını yapanların ciddiyetsizliği
ve tavırları kendi jenerasyonuma karşı olan inancımı bir kez daha zedeledi. Tekrardan
anladım ki bazılarımız bir çocuğun ölümü ardından prim yapabilecek kadar
kalpsiz ve bilinçsiz. siyasetçilerimiz ölen çocuklar üzerinden rant elde edecek
kadar iki yüzlü ve şerefsiz. Gençler hesap soramayacak kadar bilinçsiz. Ağızlarına
kemalizm diye bir şey dolamışlar siklerinin dikine gidiyorlar. Kendi korunaklı
evlerinde, küçük burjuvalarında kendilerini isyankar sanıp ergenliklerini
geçiriyorlar. İdeolojik karmaşalar içinde yüzüyorlar. Ve bu sırada insanlar
sokaklarda ölmeye devam ediyor.
Berkin bir daha geri gelmeyecek ama başka bir Berkin’in daha
olmaması bizlerin elinde.
25 Ekim 2013 Cuma
Çok Farklı Başlayıp Çok Farklı Biten Yazı
Güneş her şeyi ve herkesi besleyen
ışık top. Göründüğü gibi kusursuz, yakıcı ve hayat verici. Güneş yeni bir gün
başlarken doğsa da en sonunda bizi hep karanlığa terk etti. Ve halada aynı
istikrarla buna devam etmekte. Her zaman seni sevdiğini söyleyip de yine de
terk eden sevgili gibi. Seni ona en ihtiyacın olduğu zamanda bırakıp giden
sevgili gibi. Bende yaptım bunu. Çok iyi bir insanı bana ihtiyaç duyduğunu
düşündüğüm bir anda ayrılmaya ikna ettim. Anlaşamasak da, ortak zevklerimiz
olmasa da, bazen beni gerçekten sıksa da bir şeyler paylaşmış olmaktan mutluluk
duyduğum insan… Emin ol seni hala seviyorum.
Bu güne kadar emin olun birçok
kişiyi sevdim. Kendimi bildim bileli birilerini seviyorum, birilerine aşığım.
Ve o birilerini hala seviyorum. Onlar benim batmayan güneşlerim. Sevmekten
vazgeçtiğim an ümitlerimde bitecek gibi. Çok fazla olmasalar da eski
sevgililerim benim elimde olan yegane yaşanmışlıklarım. Yaşayamadığım anların
hayalini yaşıyorum benliğimde. Yaşadığım anda hayal kırıklığını tadıyorum tekrar
ve tekrar.
Gerçekten sevdiğim bir arkadaşım
sevdiği kişilerin kusurlarını gördükçe onlarında insan olduğunun hatırlıyorum
demişti. İnsan ve ulaşılabilir.
Arkadaşlar kalır, kalıcıdırlar. Sevgililer, kızlar, erkekler gider ama dostlar
kalır. Gitmesin istediğim insanlar hep gitti. Şuan olduğumdan daha küçükken
anasınıfında en iyi arkadaşımı benden almışlardı. Başka sınıfa vermişlerdi ama
o yaşta bize göre başka sınıfa gitmek başka ülkeye gitmekle eşdeğerdi. Birkaç
kez sınıfına gittim ama dostluğumuz aynı olmadı. Şimdiye kadar hiçbir arkadaşım
ölmedi. Bir arkadaşı toprağa vermek nasıl bir şey bilmiyorum yada yakın bir
akrabayı. Bu güne kadar bana en yakın babaannem öldü. Onun öldüğü yaşta da daha
bu tarz şeyleri düşünecek kapasitede değildim. Bilmiyorum belki hala
değilimdir. Olmaya çalışıyorum. Bizden alınan şeyler her zaman daha kıymetli
geliyor sanki. Ama bazen biz bilerek uzaklaştırıyoruz bizden bazı şeyleri bazı
kişileri.
Bazı dönemler birilerini sevmeye çok
ihtiyaç duyuyorum. Bazen de en olmadık zaman da birilerine vuruluyorum.
Takıyorum kafayı sonuç bir bok yok. Genelde yazılarımda küfür etmeyi sevmem ama
harbiden bir bok yok. Onu düşünmediğim bir an bile yok ama ben o kadar pasif
kalıyorum ki harekete geçebileceğim anlarda elim sikimde oturuyorum oturduğum
yere(elim sikimde derken abazalıktan değil acizlikten). Yapmam gereken tek şey
bir şey söylemek. Ne olursa. “Naber” bile yetebilir aslında bir muhabbetin
açılmasına ama yok…
30 Eylül 2013 Pazartesi
Platonik Aşkta Çığır Açmak
Kendimi bildim bileli platonik bir aşık olmama karşın platonik aşk değiminin ünlü düşünür Platon'dan geldiğini bilmezdim. Aslına bakarsanız ne anlama geldiğini bu yazıyı yazmaya başlamadan birkaç saniye önce öğrendim. Aslına bakarsanız platonik aşk üzerine yazacaktım ve bir daha bir bakıyım tam tanımı neydi bunun diye Google'a yazmamla öğrendim ne demek olduğunu. Beni asıl şaşırtan gerçek anlamı oldu. Genel tanının aksine aslında tek taraflı aşktan ziyade ideal aşk demekmiş. Doğal, karşılık beklemeyen ve yalnızca fiziki birlikteliğe bağlı olmayan aşk. Yani sevgilinle gez, dolaş, öpüş falan ama seks mecburi değil. Olasa da olur ama olması şart değil. Wikipedia'da bunu doğal aşk olarak tarif etmişler. Peki bu doğal ve ideal olan aşksa diğerleri, tek gecelik ilişkiler falan ne ayak? Bize televizyonlarda, filmlerde, kitaplarda verilen bu tür aşklar birliktelikler ne kadar doğru? Ne kadar sağlıklı? Bana göre ikisi de gerekli. Bu ideal yanı gerçek anlamıyla platonik aşklar duygusal doyumu sağlasa da bir insan hayatında kaç kere ideal aşkı bulabilir ki? Cinsel doyum için diğer birliktelikler de gerekli diye düşünüyorum. Bir insan kaç kere karşılıksız sever? Uzun uzadıya düşünmenize gerek yok herkes ideal aşkı yakalamak istemeye bilir. Bağlanmaktan ve monotonlaşmaktan korka bilir. Saygı duyarım ama insan aldana bilir de. Gerçek ve ideal sandığı ilişki aslında beklemediği gibi de olabilir. Birbirleri ile paylaşacak şeyleri olmadığını da görebilirler.
Platonik aşk deyimi Platon'un "Devlet" adlı kitabından türemiştir. Ne gariptir ki ben bu kitabi daha dün Kipa'dan üç liraya aldım. Okuyacağımı düşünmedim hiç belki bir gün okurum diye almıştım fakat bu bu kitabin adını bu gün iki duyuşum ve artık kendimi okumaya mecbur hissediyorum. Başlığı yazıyı yazmadan önce attım ve aslında aklımda başka bir şeyler vardi fakat yeni öğrendiğim bilgilerin ışığında farklı bir yazı çıkardım. Önceden yazmayı düşündüğün şeyler kafamda allak bullak oldu. Bu yazının aslında platonik bir aşka mektup olması gerekiyordu ama buda fena olmadı sanki...
17 Mart 2013 Pazar
Ne Anlattığımı Bende Bilmiyorum
Neden istediğim gibi olamadığını anlıyorum yavaş yavaş. İstediğimi bula
bilmek için daha fazla aramam gerek. Ama insanları tanımamın zaman alacağı
zamanlarda senin suretin olacak benliğimde. İstediğimi bulduğumdaysa (tabii
böyle bir şey mümkünse) tekrar seni hatırladığımda “Buda sana girsin” demicem.
Onun yerine senle olsaydım ne olurdu derim belki kendime ama geçmiş geçmiştir
gelecekte zaten gelecek o yüzden şimdiye bakmak lazım. Kalpten çok aklımı
dinlesem de ya da öyle sansam da elde etmeden vazgeçmek var olmadan var etmeye
benzedi. Böyle afili laflar edemediğimi de anladım şimdi. Entel yazar havalarının
da bokunu çıkardım böylece.
İçine girdiğim hal beni bana anlatmasa da kendimi yazdıklarımda bulmaya
çabalıyorum. İstediğimin olmasını istemem gerçekleştirebileceğim anlamına
gelmiyor. Düşünmeden yazıp düşünerek eleştiriyorum yazdıklarımı. Var olduğumu
sandığım şeyin aslında olmak istediğim olduğunu ve onu da olamadığımı anladım. Hisler
benim olmak istediğime izin vermezse düşüncelerim yansıtır olmak istediğimi.
Gündüzleri değirmenlerle savaşırken geceleri kendiminkinde uyuyorum.
İstemediğim insanlarla muhatap olmak ikiyüzlülük gibi. Ayıya dayı demek koyuyor
adama. İnsanlara kendi hayat hikâyemi anlatamamak çok kötü bir şey. Yazmaya
değer bir hayatım yok bu yüzden bende kendiminkini kendim yaratıyorum yazılarla.
Hayatın bana yazmaya değer anılar bahşetmesini umuyorum. Belki böylece yeni
tanıştığım insanlara arkadaşlarıma ait değil de bana ait anılar anlatabilirim.
Başka insanların anılarında yaşıyorum. Onlara tutunuyorum sürekli. Arkadaş
gruplarımı birbirleriyle tanıştırmaktan çekiniyorum. Çünkü onlara sürekli
birbirlerini anlatıyorum. Bunu yaparken de biraz saplantılı bir hayran edesi
oluyor üzerimde.
Saygı duyma isteği insanı gülünç durumlara sokuyor. Büyüklerin yanında
küçük görünmemek için kendini daha da küçülten bir olmadım. Benim durum biraz
daha farklı. Ben yapmak yerine hayal ediyorum. Hayallerimde ve başka insanların
anılarında yaşıyorum. Sevdiğim bir şarkıyı dinlerken o şarkıyı besteleyenin ben
olduğumu hayal ediyorum ve bir süre sonra o hayale inanmaya başlıyorum. Olmak
istediğim kişi gibi görünmeye çalıştığımda kedimden biraz daha uzaklaşıyorum.
Söylemek istediklerimin yarısını bile düzgün söyleyemedim. Konuşurken bile
kafamda kurduğum cümleyi kafamdaki gibi kuramıyorum. O kadar üşengecim ki bir
şey anlatırken başını değil direkman sonunu anlatıyorum. Yanlış anlamayın bu
benim fark ettiğim bir şey değil birkaç arkadaşım fark etti.
Bir tiyatro oyunu yazmak istiyorum. Tabii bu oyunun sahnelenmesini de.
Sadece insanların yazdıklarımı ciddiye aldığını düşüne bilmek için. Bir şeyler
yazmayı benim için gelip geçici bir heves sanmalarını istemiyorum. Yaşımdan da
çok çekiyorum. Yaşım yüzünden ben bile bazen yazdıklarımı samimi bulmuyorum.
Ayrıca kendimi erken tüketiyormuşum gibi geliyor. Birkaç sene sonra bu günleri
tatlı ve masum anılar olarak yazabilirim ama ben bu günlerin malzemesini bu gün
kullanıyorum. Gene kafamdakini tam olarak yazamadım. Yazıla bilir bir hayat
yaşamak istiyorum ama bunun için bir çabada bulunmuyorum. Tek başıma bir
seyahate çıkamıyorum mesela, yeni insanlarla tanışamıyorum bu yüzden onlarla
ortak bir anı yaşayamıyorum. Kendi kendime anı yaratmaktan sıkıldı ve tükendim
artık (demin bahsettiğim kendini erken tüketme bunun gibi bir şey). Herkese
hayata bir kere geleceğimizi ve bu hayati dolu yaşamamız gerektiğini söylüyorum
ama bırakın başka ülkelere gitmeyi odamdan bile çıkamıyorum. Yeterli birikimim
ve hikâyem olmadığı için kendimi yazar olarak ta görmüyorum.
Anlatabiliyor
muyum?
26 Şubat 2013 Salı
SOKAK FİLOZOFU
Bizler kazananın belli olduğu
oyunlarda oynayan figüranlar olmaktan bıkmış ve oyundan çıkmış daha doğrusu
sürülmüş insanlarız. Bizler sokak insanlarıyız. Sokaklarda yaşar, sokaklarda
yer, sokaklarda uyuruz. Bizler herkesin uğursuz saydığı kara kedileri sütle
besleyip kendimiz şaraba iktifa ederiz. Tek tesellimiz sizin de bir gün bizim
gibi kaybedeceğinizi bilmemiz. Hepimizin sonunda eşit şartlara geleceğimizi
bilmemiz. Aslında herkes eşit doğar. Neticede hepimiz çıplak geliriz dünyaya ve
zamanla hüzün ve hüsranlarımızı giyeriz üzerimize. Yaşam oyunu boyunca farklı
giysiler giysek bile neticede kara toprağı geçireceğiz oyun sonunda üstümüze. Bu
yüzdendir ki debelenmeye gerek yok en iyisini giyeceğim diye.
Doğumdan sonra bir müddet ana
sütü içer herkes, istisnai anne kayıpları dışında. Daha sonra yemeye başlarız
hırs ve kinlerimizi. Fakat elbet hepimizin ardından dağıtılacak bir helva. O zaman
ne gerek var kuş boku kadar bir yemeyin porsiyonuna beş öğün yemek parası
vermeye “ye tostunu otur aşağıya terbiyesiz” de denilmez ki. Demiyoruz diye
oldu zaten olan. Meze yer gibi adam yemeye başladı millet. Bizde bu tip dertler
yok tabii biz günde iki öğüne şükrediyoruz. Derdim sizlere aptal bir ajitasyon
yapmak değil sadece lüks yemek yeme hırsıyla başkalarının hırslarına alet
olmanızı önlemek. Lakin kimseye emir yerecek kudrette de değilim, kimseden de
emir almayacak kadar bilinçliyim. Kendi irademi başka birinin iradesine
teslim edemem. Edilmesini de istemem.
Madem hepimiz aynı yıldızlarla
uyuyup, aynı güneşle uyanacağız neden ben sokakta yatarken siz lüks evlerde
uyucaz diye hırs yaparsınız. Eyvallah siz gene lüks evlerde yaşayın ama o
hayvanların evi olan ormanları kesip de diktiğiniz plazalarda bize de bir
yastık yok mu? Anladım bizden hoşlanmıyorsunuz, bende sizin gibi olsam benim
gibilerden rahatsızlık duyardım. Ama bize neden sizin gibi olma şansı
vermiyorsunuz. İçinde yaşadığınız sistem sizlerle var olduğu gibi sizler tarafından da
değiştirilebilir. Ve bu sayede belki de bizlerde sizinle aynı şartları paylaşa
biliriz. Doğumumuz aynı, ölümümüz aynı neden yaşamlarımız da bir olmasın değil mi
sevgili insanoğlu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)